22 Ocak 2009 Perşembe

...

..ve yürümeye devam etti.

İlk adımlarından beri üzerinde yürüdüğü yer yüzü ayaklarının altında bulutlar kadar yumuşaktı. İçinin soğukluğuyla dışarının terleten sıcağı arasında kararsız kaldı bir an. Kalbi karnındaki ağrı ve göğüsündeki soğuklukta karar kıldı.

Sadece yürüyordu. Neden ya da nereye yürüdüğünü sorgulamadı hiç ama adımlarında hemen bitirilmesi gereken bir yolun acelesi vardı. Sokaklardaki yüzlerin hepsi tanıdıktı sanki. Aklında o anı yüzlerce kez yaşamış, her detayını yeniden, yöntemsizce, rastgele düşünmüş, her düşündüğünden bir anlam çıkarmış ve çoğunu o anda unutmuştu.

Kendini attığı her adımda daha da güvensiz hissetse de yürümeye devam etti...

Her adımda hayatın ve evrenin sırrını birazdaha fazla anladığı, tesadüflerin aslında o kadar da rastlantısal olmadığının öğretildiği derslere ve tecrübelere lanet etti.

Dünyanın küçüklüğü ve insanın düşünmesi aslında ne kadar da tehlikeliydi. Hayatı diğerleri gibi görebilmeyi dilemişti tam da gökyüzündeki yıldızları soğuk esintinin ürpertisiyle farkettiğinde. Bir süre seyretti sadece.

Aslında hayat herkesin bildiği değil, herkesin inanmak istediğiydi. Anlatmak istese bunu insanlara, kurduğu hiç bir cümlenin anlamı insanların dikkatini çekmeye yetmeyecek, onlara gerçeği gösteremeyecekti. Ne söylese de insanlar ona inanmayacaktı. Biliyordu...

Tam o anda gökyüzünde, belki de uzayın hiç bilinmedik bir yerinde, sırf bir insan dilek diledi diye kim bilir ne zamandır oturduğu tahtı terk etmiş, bilmediği bir yöne savrulan, tanımadığı hayatları sonsuza dek değiştirecek bir yıldızın kaydığı anda, bir damla gözyaşı, ne kadar tutmak istese de artık yoluna koyulmuştu. Olacakları ya da olagelmişleri kimse değiştiremezdi. Farkındaydı, çok geçti. Çünkü kendini zamanın durmadan aktığına inandırlmıştı insanlar.

Verilmiş bir kaç karar ve dilenmiş bir iki kelime, çok gerçekçi görünmesine rağmen okyanuslardaki dalgalar kadar gerçekti belki de. Ama hayat devam etmeli referanslara bağlı kalınmalıydı onların dünyasında yaşabilmek için.

Aşk, sevgi ve tutku görüldüğü, inanıldığı ölçüde doğruydu ancak. Mavi gökyüzünde hayallerimizi ordadan oraya taşıyan bulutlar vatanı olamazdı hiç bir insanın. Vatan, sevilidiği şefkat gördüğü yerdi insanın ve artık anlasa da o vatana dönmek için çok geçti...

İstekleri gökyüzünde bir yıldız kaydırmış, bir damla gözyaşını çoktan yoluna koymuştu bile. Onlardan geri dönmelerini istemek bencillik olurdu sadece. Geri dönüş olmamalıydı, pişmanlıkta. sonra insanlar bunu mucize sayarlardı küçük gözleriyle. Kim bilebilirdi?

Sadece sızı vardı, bulutlardan yumuşak yeryüzü, düşen bir kaç damla gözyaşı ve yoluna koyulmuş bir yıldız...

İnsanlar inanamak istemese de gördüğümüz, duyduğumuz ya da dokunduğumuz değildi dünya.

Aşk vardı ve okyanusta ki dalgalardan daha gerçekti, yerlerinden oynamaz sandığımız dağlardan ya da her gece aynı yerde parlayacak diye düşündüğümüz yıldızlardan daha gerçek.

Ve sevgi insanın vatanıydı. Soğuk bir sabaha uyanmanın ardından bir yaz günü sıcağı ve bir annenin şefkatine yakınlığıyla. Vatan denilen şey beton duvarların, tel örgülerin arası değildi hiç bir zaman. Öyle ki insanlar nereye gideceklerini evlerini kaybettiklerinde değil, sevdiklerini/sevgilerini yitirdiklerin zaman bilemezlerdi aslında ve farkında olmayanlar dikkat etmezlerdi hiç, sokakta evsiz değil sevgisiz insanların boş bakışlarına, hayata yabancılıklarına...


Bir an durup etrafına baktı, kendisine tandık gelen yüzlerin sırrını o an anladı; aslında kendi vatansızlığının bir başka haliydi bu yüzler, kendisi gibi nereye gideceğini bilemeyen...

Her vatandan göçülebilirdi ama geride kalanın içimizde bıraktığı üşüme yüzlerce yaz güneşinin sıcağıyla ısıtılamazdı.

20 Ocak '09
Özgür...